İslam Hukuku ve Mukayeseli Hukukta Birlikte Yaşama Kültürünün Hukuki Temelleri

İnsanoğlu yaradılışı gereği başkaları ile birlikte yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Ne biyolojik, ne sosyolojik, ne psikolojik, ne ekonomik açıdan ve burada sayamayacağımız pek çok başka açıdan yalnız yaşayamaz. Bu yalnızlığının giderilmesi için İlahi kudret tarafından kendisine getirilen ilk çıkış yolu, kendisi için kendi cinsinden yaratılmış eşlerdir. Bu sebeple birlikte yaşama ilk olarak aile içerisinde ortaya çıkar. Hem İslam Hukuku hem de diğer bütün hukuklar aile hayatını kuruluşundan hatta kuruluş öncesi hazırlıklarından başlayarak sona ermesine kadar düzenlemişlerdir. Bu düzenlemelerin başında eş olarak tarafların birbirlerine karşı olan hak ve yükümlülükleri ile varsa çocuklarına karşı olan hak ve yükümlülükleri gelir. Dolayısıyla, birlikte yaşama kavramı ilk önce aile içerisinde kimlik kazanır. Aileden sonra kişinin birlikte yaşadığı diğer ortam komşularıdır. Komşuluk ilişkileri de zaman içerisinde gelişerek önemli bir seviyeye ulaşmış ve hukuk sistemleri bu ilişkileri de düzenleme ihtiyacı hissetmiştir. Dikkat edildiğinde komşuluk ilişkilerindeki düzenlemelerin daha çok komşular açısından sınırlayıcı nitelikte olduğu görülecektir. Birlikte yaşama olgusunun kendini gösterdiği diğer bir alan ise içinde yaşanılan toplumdur. Gerek sosyolojik olarak içinde yaşanılan toplum ve gerekse hukuki olarak içinde yaşanılan devlet hep birlikte yaşama olgusu üzerine bina edilmiştir. Zaten hukukun temel fonksiyonu da kişiler arasındaki ilişkileri düzenlemektir.

Bu çalışmada birlikte yaşama olgusunun hukuk içerisindeki temelleri ve farklı hukuk dalları içerisindeki görünümleri üzerinde duracağız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ilk olarak aile içerisinde birlikte yaşamaya ilişkin kurallar incelenecek, daha sonra komşular arası ilişkiler ve en sonda da genel olarak içerisinde yaşanılan toplumdaki alt yapısı üzerinde durulacaktır.

I- BİRLİKTE YAŞAMANIN AİLE HUKUKUNDAKİ TEMELLERİ

Dünyadaki ülkelerde çok farklı hukuklar olmakla birlikte incelendiğinde bunların hakim olan üç büyük hukuk sistemi içerisinde yer aldıkları görülmektedir. Bunlar Roma Hukuku kökenli Kıta Avrupası hukuk sistemi, Anglosakson Hukuk sistemi ve İslam Hukuk sistemidir. Türk ve Kıta Avrupası hukuk sisteminin temeli olması sebebiyle öncelikle kısaca Roma Hukukundaki aile yapısı üzerinde durulacak, sonra da sırasıyla Türk Hukuku ve İslam Hukukundaki düzenlemelere değinilecektir.

A- Roma Hukukunda

Roma Hukukunda familia adı verilen aile topluluğu, en büyük erkek etrafında ona bağlı olarak toplanmış eş ve çocuklardan oluşan bir topluluktur. Devletin ortaya çıkmasından önce aileler küçük birer devletçik gibi kendilerine ait topraklarda yaşamaktaydılar. Devlet olmadığı için aile içerisindeki düzen aile babası olarak isimlendirilen pater familias tarafından sağlanmaktaydı. Pater familiasın aile içerisindeki yetkisi ilk başlarda sınırsız olup, aile evlatlarını satma ve hatta öldürmeye varacak şekilde genişti[2]. Aynı kökten ve kültürden gelen akraba aileler birleşerek gens adı verilen toplulukları oluşturdular. Onlar da en sonunda devlet “Civitas” adı verilen birliği oluşturdular.

Devletin kurulmasından ve mutlak yetkilere sahip bir kral etrafında toplanılmasından sonra bile ne kral ne de diğer dönemlerdeki kanun yapmaya yetkili makamlar (bugünkü anlamda devlet) aile içerisindeki ilişkilere doğrudan müdahale etmek istememiştir[3]. Bu düzenlemeleri zaten din ve örf adet kuralları ile oluşan aile hukukuna ve ailenin başkanına bırakmıştır. Dolayısıyla aile içerisindeki düzen çok önemli olup bunun idaresi yine ailenin bir iç meselesi olarak kabul edilmiştir.

Burada dikkat çekici bir husus bekarlıkla mücadele ve evliliği teşvik amacıyla yapılan düzenlemelerdir. Birinci yüzyılda henüz Roma Hristiyanlaşmadan İmparator Augustus zamanında çıkarılmış ve bekarlıkla mücadele eden bir kanun olan Lex Iulia Maritandis Ordinibus, evli ve çocukluları himaye ederek, özellikle miras hukukunda bekarları bazı haklardan mahrum etmekteydi. Bu kanun, kız, erkek aile evlatlarının ve azatlıların evlenmesini teşvik etmekteydi[4]. Roma Devletinin uzun zaman yaşamasının ve güçlü bir devlet olmasının temellerini güçlü bir aile yapısına sahip olmasına bağlayabiliriz.

B- Türk Hukukunda

Anayasanın 41. maddesi “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

(Ek fıkra: 12/9/2010-5982/4 md.) Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.

(Ek fıkra: 12/9/2010-5982/4 md.) Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.” şeklindedir.

Burada da açıkça birlikte yaşama olgusunun en büyük tezahür alanı olan toplumun temelinin aile olduğu hususuna vurgu yapılmıştır. Eski Medeni Kanunumuzda yer alan ve köklerini Roma Hukukunda bulan “evlilik birliğinin reisi kocadır” ibaresi yeni Medeni Kanuna alınmamış ve bu düzenlemeye uygun olarak anayasanın 41. maddesine eşler arasından eşitlik esasının hakim olduğu hükmü getirilmiştir.

Aile, kendisini oluşturan bireylerin birlikte yaşamasını gerektiren çekirdek bir topluluktur. Nitekim Medeni Kanun eşlerin hak ve yükümlülüklerini düzenleyen 185. maddesinde “Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak,birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar” denmektedir. Devamındaki maddelerde de aile konutunu birlikte seçecekleri, birliği beraberce yönetecekleri hükme bağlanmıştır. Buradaki düzenlemelerin genelinden çıkan sonuç eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı anlayışlı olmaları, hep birlikte yaşamalarıdır. Nitekim eşlerden birinin evlilik birliğini sebepsiz yere terk etmesi de bir boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir.

Aile içerisindeki birlikte yaşamayı düzenleyen hükümlerin bir diğeri de çocukların anne ve babaları ile birlikte yaşamak zorunda oldukları, velayet hakkının anne ve babaya ait olduğu, kanuni bir sebep olmadıkça bu hakkın kısıtlanamayacağı ve kaldırılamayacağına ilişkin düzenlemelerdir. Hatta velayetin kaldırılmasından sonra bile velayet hakkına sahip olmayan taraf çocuk ile kişisel ilişki kurma hakkına sahiptir[5].  Bunlar hem anayasada hem Medeni Kanunumuzda hem de diğer özel kanunlarda düzenlenmiştir. Bu hak kaynağını tabii hukuktan alan bir kişilik hakkıdır[6]. Türk toplumuna özgü birlikte yaşama olgusu kapsamında sadece anne ve babaya tanınmış olan bu hak, Yargıtay tarafından büyükanne ve büyükbabaya da tanınmıştı. Daha sonra kanunda yapılan bir değişiklikle üçüncü kişilere ve özellikle hısımlara da tanınabileceği kabul edildi[7]. Bu düzenlemenin yapılmasındaki temel etken Türk aile yapısının arz ettiği birlikte yaşama kültürünün özel bir görünümüdür.

C- İslam Hukukunda

Allah (C.C.) insanın yaratıldıktan sonra kendi haline bırakılmayacağını ifade etmiş[8], iman ettikten sonra çeşitli kategorilerde sınanmak üzere kendisine bazı ödevler ve sorumluluklar yüklemiştir[9]. Bu ödevlerin önemli bir kısmı birlikte yaşama ile ilgilidir. Gerek ailede, gerek toplumda başkaları ile birlikte yaşamaya ilişkin kurallar önemli bir yer tutmaktadır. Kul hakkının, sahibi ile helalleşilmedikçe affedilmeyeceği, başkalarının haklarını yiyen ve onlara zulmeden kişilerin ibadetlerinin kendilerini kurtarmaya yetmeyeceği ve bu kişilerin ahirette iflas etmiş kişiler olarak isimlendirildiği hadisi şeriflerde belirtilmiştir[10]. Bu hadisi şerifler birlikte yaşamanın sınırını çizmektedir.

İslam toplumunda da toplumun temel taşı olması sebebi ile aileye özel bir önem verilmiştir. Aile içerisindeki ilişkileri sıkı ve sıcak tutacak düzenlemeler getirilmiş, bu birliği ve düzeni bozan davranışlar yasaklanmıştır.

Aile içerisinde birlikte yaşama kurallarının ilk muhatapları eşlerdir. Eşlerin birbirine olan ihtiyacı ve birbirleri karşısındaki statüleri “Onlar (kadınlar) sizin için örtü, sizler de onlar için örtüsünüz”[11] mealindeki ayeti kerime ile çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu ayeti kerime ile eşlerin birbirine olan ihtiyacı çok açık bir şekilde dile getirilmiş, birinin diğerinin eksiklerini tamamladığı, ayıp ve kusurlarını örttüğü ifade edilmiştir. Bu, maddi ihtiyaçlar için olduğu kadar manevi ihtiyaçlar için de böyledir. Eşin kusurlarını görmemek, onu ayıplamamak, hatalarını örtmek, ona destek olmak hep bu ayetin içerdiği manalardır[12].

Eşler arasında birlikte yaşamanın çerçevesini çizen diğer bir düzenleme de veda hutbesinde yer almaktadır. Yaklaşık 130 bin kişinin huzurunda irat ettiği hutbede, eşlerin Allah’ın emaneti oldukları ve onlara iyi davranılması gerektiği ifade edilmekte, eşler arasındaki hak ve yükümlülüklerin karşılıklı olduğu belirtilmektedir.

Bu kapsamda olmak üzere anne ve babaya itaat[13] ve saygı emredilmiş[14], onlara iyilik gösterilmesi gerektiği ifade edilmiştir[15]. Bu ayeti kerimelerde dikkat çekici hususlardan biri de anne ve babaya gösterilmesi gereken saygının, Allah’a iman ve itaatten hemen sonra zikredilmiş olmasıdır. Aile içerisindeki birlikte yaşama olgusunu madden veya manen devam ettirmek için anne ve babaya saygı göstermek gerektiği ifade edilmiş, Allah’a iman ve itaat etmekten hemen sonra toplum düzeninin sağlanması için gereken kurallardan birinin de aile içindeki barış ve saygı ortamı olduğuna işaret edilmiştir.

II- BİRLİKTE YAŞAMANIN KOMŞULUK HUKUKUNDAKİ TEMELLERİ

Birlikte yaşamaya ilişkin kuralların ortaya çıktığı ikinci çevre komşuluk ilişkileridir. Tarihi süreç içerisinde aile hayatı şeklinde yaşama ile başlayan ilişkiler, nüfusun artması, ilişkilerin karmaşıklaşması ve çatışan menfaatler sebebi ile farklı bir boyut kazanmıştır. Bunun sonucunda da komşuluk ilişkileri adı verilen yeni kurallar ortaya çıkmıştır. Roma Hukuku, Türk Hukuku ve İslam Hukuku komşuluk ilişkilerine yönelik düzenlemelere sahiptir. Komşuluk ilişkilerini düzenleyen kuralların toplumu düzenleyen ve birlikte yaşamaya yönelik kuralar olduğu şüphesizdir.

 

A- Roma Hukukunda

Yukarıda da belirtildiği gibi Roma Hukuku aile hukukuna ilişkin açık ve doğrudan düzenlemeler yapmaktan kaçınmıştır. Bununla beraber komşuluk hukukuna yönelik düzenlemeler, Roma Hukukunun ilk kodifikasyonu olan XII levha kanunlarında ayrıntılı hükümler şeklinde görülmektedir[16]. Roma Hukukundaki ilk düzenlemeler kişinin kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf edebileceği şeklindedir. Roma hukukundaki komşuluk hukukuna ilişkin düzenlemeler, genelde mülkiyet hakkının kısıtlanması şeklinde getirilmiş düzenlemelerdir. Kimin komşu olduğuna ilişkin yapılan tespitlerde ise kişinin yaptığı faaliyetlerden etkilenen çevredeki kişiler komşu olarak değerlendirilmiştir.

Roma Hukukunda komşuluk ilişkileri daha çok eşya hukuku alanında ve taşınmazlarla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. İstisnai olarak taşınırlara ilişkin düzenlemelere de rastlanmaktadır[17]. Roma Hukukunda komşuluk ilişkilerinin görünümü komşuları rahatsız edici faaliyetlerden kaçınmak ve onların kendi mülklerinden makul ölçülerde yararlanmasına katlanmak şeklinde ortaya çıkar[18].

Roma Hukuku kazuistik bir sisteme sahiptir. Olaylar üzerinden hareket ederek sorunları çözmeye çalışır. Roma Hukuku kaynaklarında karşılaşılan komşuluk hukuku ile ilgili düzenlemeler genellikle şu konulara ilişkindir:

Komşu tarafından kendi arazisinde yapılan kazı ve inşaat faaliyetleri sebebi ile zarara uğrayan komşunun bunu engellemesi ve zararını tazmin ettirmesi[19].

Komşusunun arazisindeki bir ağaç sebebi ile onun dallarından, meyvelerinden gölgesinden vs zarar gören kişinin belli ölçüler içerisinde bu ağaçları ya da dalları kesmesi veya meyveleri kendisi için toplaması[20].

Kendi arazisinde duman veya koku çıkaracak faaliyetler yapmak suretiyle komşuları rahatsız etmemek. (Ancak makul ölçülerdeki bu faaliyetlere komşuların katlanmak zorunda oldukları da ifade edilmiştir[21]).

Roma Hukukunda salt dini sebeplerle de getirilmiş komşuluk hukukuna ilişkin düzenlemelere rastlanmaktadır. Şehir merkezlerine ölü gömmenin yasak olması sebebi ile şehir dışında başkasının arazisine ölü gömmüş olan kişiye, arazi sahibinin geçme ve orada dini görevlerini yerine getirme izni vermesi gerektiği ifade edilmektedir[22].

B- Türk Hukukunda

Türk Hukukundaki düzenlemeler içerik ve hukuk sistematiği açısından Roma Hukukundakilere benzemektedir. Roma Hukukunun etkisi ile oluşmuş Kıta Avrupa’sı hukuk sisteminin bir parçası olan Türk Hukukundaki bu benzerlik şaşırtıcı değildir. Hukukun seküler bir anlayışla oluşmasının bir sonucu olarak komşuluk ilişkileri Roma Hukukundaki gibi maddi ilişkiler çerçevesinde ve daha çok mülkiyet hakkının sınırlanması başlığı altında incelenmiştir. Komşu arazideki ağaç ve bitkilere ilişkin, yapı ve kazılara ilişkin, koku ve duman çıkarmaya ilişkin düzenlemeler neredeyse aynıdır.

Eşya hukukunda mülkiyet hakkının sınırları ve irtifak hakları gibi başlıklar altındaki geçit hakkı, kaynak hakkı, mecra hakkı gibi düzenlemeler komşular arasındaki katlanma yükümlülüğü temeline dayalı ilişkileri düzenlemektedir.

C- İslam Hukukunda

İslam Hukukunda ilk dönemlerde yüksek dini ve ahlaki algı sebebi ile komşuluk ilişkileri günah kavramı ile düzenlenmeye çalışılmış, daha sonraki dönemlerde ise bununla yetinilmeyip dünyevi müeyyideler ile de desteklenmiştir. Bu da yukarıda belirtildiği gibi mülkiyet hakkının sınırlandırılması başlığı altında incelenmiştir[23]. Aslında İslam Hukukunun hem dünyevi hem de uhrevi yönünün olmasının bir sonucu olarak komşuya zarar verici davranışlar aynı zamanda dini anlamda da yasak davranışlardır. Ancak İslam hukukunda komşulukla ilgili olarak ihdas edilen hükümlerin bir kısmının sadece dini sebeplerle getirilmiş düzenlemeler olduğu da ilgili düzenlemeden anlaşılmaktadır.

İslam Hukukunda kişinin mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunması bunun başkasına fahiş zarar vermemesi şartı ile kabul edilmişti (Mecelle m. 1197). Hangi tür zararların fahiş zarar sayılacağı genel bir kurala tabi kılınmamış, Mecellenin de sistematiğine uygun olarak bazı örnekler verilmek suretiyle açıklanmıştı[24]. Bu kapsamda olmak üzere komşu taşınmaza doğru açılan pencereden bakıldığında komşuya ait alanda kadınlar için ayrılmış bir alan varsa (makarrı nisvan), mahremiyeti ihlal eden bu durum da fahiş zarar sayılmış[25] ve giderilmesi için gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir[26]. Bu konuda Mecelle’de de 1202. maddeden başlayarak ayrıntılı düzenlemeler bulunmaktadır. Bu düzenlemelerin ortak noktası zararın giderilmesi için perde veya duvar gibi önleyici tedbirlerin alınmasının emredilmesi ve mümkün olduğunca açılan pencere gibi deliklerin kapatılması yoluna gidilmesi, eğer bu mümkün değilse pencerenin kapatılmasının istenmesidir[27]. Dikkat edilirse bu düzenlemelerde özel hayatın gizliği prensibi ile birlikte mahremiyete ilişkin prensiplerin de ön planda olduğu görülmektedir.

Türk Hukuku ve mehaz İsviçre Hukuku laik bir temele dayandığı için bu tür sosyal ilişkilere yönelik bir kural içermemektedirler[28]. İsviçre Hukukunda bu konu hiç gündeme gelmezken Medeni Kanunun 1926 yılında kabulünden sonra bilhassa ilk yıllarda eski mevzuat zamanından kalma geleneklerin ve dini telakkilerin etkisi ile verilen, Medeni Kanununun sistemine aykırı kararlara rastlanmaktadır[29]. Daha sonra ise Yargıtay görüş değiştirmiş[30] ve bir Hukuk Genel Kurul kararı ile “Anayasanın teminat altına aldığı mülkiyet hakkının …kanun hükümleri dışındaki geleneklerle ve dini tesirlerle takyid edilmesi tecviz edilemez”[31] kuralını benimsemiştir. Bugün komşuya açılan pencere hususu tamamen farklı bir amaçla imar mevzuatı çerçevesinde ele alınmakta ve imar mevzuatına uygun olan pencereler dini sebeplerle kapatılmamaktadır.

Roma ve Türk Hukuklarında olduğu gibi İslam Hukukunda da mülkiyet hakkının sınırlandırılması başlığı altında geçit hakkı, su alma hakkı, fazla suyu uzaklaştırma hakkı, (komşunun duvarına) kiriş dayama hakkı, gibi pek çok hak düzenlenmiştir.

Roma ve Türk Hukuklarında olmayan ve İslam Hukukuna özgü olduğu söylenebilecek olan bir düzenleme birlikte yaşama düzeninin bozulmasına engel olacak bir içerikte şuf’a hakkında ortaya çıkmaktadır. Hanefi mezhebi dışındaki ekoller şuf’a hakkı tanınmış olan kişileri, sadece müşterek maliklerle sınırlı tutmuşlardır. Hanefi mezhebi ise buna bir grup olarak sulama hakkına birlikte sahip olanları, birlikte özel yola sahip olanlar ve en son grup olarak da bitişik komşuları eklemiştir[32]. Hatta Mecelle, 1011. maddesinde iki katlı bir binanın her katının malikini bitişik komşu olarak kabul etmiş ve önalım hakkı sahibi olarak tanımıştır.

Buradaki amaç, belli bir düzen içerisinde yaşayan insanların bu düzenini ve yaşam ahengini bozma ihtimali olan yabancı kişilerin gelmesini önlemek ve işleyen düzeni devam ettirmektir.

Bununla beraber İslam Hukukunda, komşuluk hukuku içerisinde yer alan ve birlikte yaşama kültürünün belki de en önemli temellerini oluşturan başka düzenlemeler de bulunmaktadır. Bunların bir kısmı ahlaki/hukuki bir kısmı ise sadece ahlaki/dini düzenlemelerdir. İslam Hukukunun ahiret anlayışı bazı eylemlerin karşılığının uhrevi olmasını gerektirmektedir.

Nisa Suresinin 36. “Ayetinde Allah’a ibadet edin ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışa, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez” buyrulmaktadır.

Ayette akraba için yakın uzak ayrımı yapılmamış, komşular için ise ayrı ayrı yakın komşu ve uzak komşu denmiştir. Bu ise komşu hukukunun önemine yapılan bir vurgu olsa gerektir.

Hz. Muhammed de konu ile ilgili birçok hadisi şerifte komşu hukukunu vurgulamıştır.

“Komşu üç kısımdır: Birincisinin üç hakkı vardır: Komşuluk hakkı, yakınlık hakkı, İslamiyet hakkı. (Bu akraba olan Müslüman komşudur.) İkincisinin iki hakkı vardır: Komşuluk hakkı, İslamiyet hakkı. (Bu Müslüman olan komşudur.) Üçüncüsünün de bir hakkı vardır ki, Müslüman olmayan komşudur.”[33]

Yine Hz. Aişe’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte[34] Peygamberimiz (SAV) “Cebrail (AS) bana komşu hakkında o kadar tavsiyelerde bulundu ki, ben, komşuyu komşuya varis kılacak sandım” buyurmuşlardır.

Ebu Zerr (RA) diyor ki: Dostum Peygamberimiz (SAV), bana şöyle vasiyet etti: “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy, sonra da komşu ailelerine bak, onlardan muhtaç olanlara münasip bir pay ayır.” buyurdu

Ebû Şureyh el-Huzâî (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Allah’a ve ahiret gününe inanan komşusuna iyi davransın, Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden hayır söylesin veya sussun.”[35]

Ebu Şureyh ve bazı lafız farkıyla Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte de Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: “Vallahi inanmamıştır, vallahi inanmamıştır, vallahi inanmamıştır.” Kim inanmamıştır ey Allah’ın Rasulü? diye sordular. Peygamberimiz (SAV): “Komşusu (kendisinin ona) kötülüğünden (kötülük yapmayacağından) emin olmayan kimse inanmamıştır.”[36].

Komşunun evinden yapılan hırsızlığın daha büyük günahı gerektirdiği, çünkü komşu, komşunun evine daha rahat girip özel hayatını daha yakından bilebileceği ifade edilmiştir[37].

III- BİRLİKTE YAŞAMANIN GENEL HUKUK SİSTEMİ İÇERİSİNDEKİ TEMELLERİ

Bu başlık altında genel olarak toplumda birlikte yaşama konusunda göz önünde bulundurulması gereken genel prensiplerden bahsetmeye çalışacağız.

A- Roma Hukukunda Birlikte Yaşamanın Temelleri

Roma Hukuku birlikte yaşama kavramından ilk dönemlerde sadece Romalıların birlikte yaşamasını anlamaktaydı. Diğer pek çok site devleti gibi kendi etnik kökenlerinden olmayan kişileri tam olarak kabullenmemişler hatta yabancıları uzun bir süre düşman anlamına gelen “hostis” kelimesi ile ifade etmişlerdir. Yabancı olarak Roma topraklarına giren kişilerin herhangi bir can ve mal güvenliği bulunmamakta, onu öldürmek ve mallarını almak caiz görülmekteydi. Toplumun da kendi içerisinde patricii-pleb olarak iki sınıfa bölünmüş olması, pleb’lerin ikinci sınıf olarak çok fazla hakka sahip olmadıkları dikkat çekici bir özelliktir. Yabancıların Roma’da ikamet etmeleri,  ticaret yapmaları ve evlenmeleri özel izne bağlanmıştır. Ancak zaman içerisinde çeşitli sebeplerle toplumdaki yabancı sayısı artmış ve yabancıların karıştığı olaylar giderek çoğalmıştır. Sonuçta Roma Hukukçuları bu yabancı unsurlu olaylara da bir çözüm bulmak ihtiyacı hissetmişler ve yine Roma kaynaklı olmak üzere ama sadece yabancılara uygulanan bir hukuk geliştirmişlerdir. Ius Gentium (Yabancılar hukuku- ya da Kavimler Hukuku) olarak isimlendirilen bu hukuk özellikle MÖ. 250 lerden itibaren Roma Hukukunun yapısını değiştirmeye başlamış ve pek çok hukuki düzenlemenin Roma Hukukuna girmesini sağlamıştır. Bir dönem kendilerine hiç de iyi gözle bakılmayan yabancılar artık toplumda hak sahibi olmuşlardır. I. yüzyıldan itibaren önce Roma şehri sonra İtalya yarımadası ve daha sonra MS. 212 de İmparator Caracalla zamanında Roma İmparatorluğu üzerinde yaşayan herkese Roma vatandaşlığı verilmiştir. Bunun sebebi yabancıların Romanın kendi milli karakterine uygun olan ve kökenini kendi örf ve adetleri ile dinlerinde bulan düzenlemeleri uygulamak istememeleridir. Roma İmparatorluğu ise yabancılara ayrı bir Ius Gentium’u (Yabancılar Hukuku) uygulamak yerine Roma Hukukunu yeknesak olarak ülkede yaşayan herkese uygulamak istemiştir. Ancak bunda çok başarılı olduğu söylenemez. Ülke içerisinde vatandaşlık hakkı elde eden yabancılar kendi hukuklarını uygulamaya devam etmişlerdir. Yaklaşık 300 yıl sonra İmparator Iustinianus ülkedeki hukuk alanındaki karışıklığa son vermek amacı ile bir kodifikasyon çalışması yapmış ve bu çalışma amacına ulaşamasa da Roma Hukukunu günümüze taşımıştır. “Corpus Iuris Civilis” adlı bu çalışma, Osmanlı Devletinin özellikle zayıfladığı ve zimmi ya da yabancılara daha fazla hak vermek zorunda kaldığı son dönemlerdeki karmaşanın sonucunda Mecelle’yi yapmasına benzemektedir.

Roma Hukukunun ilk dönemlerde milliyetçi ve kapalı bir hukuk sistemine sahip olması ve bunun uzun bir süre devam etmesi Roma toplumunun kaynaşmasını engellemiştir. Kölelikle ilgili düzenlemeler ve özellikle Cumhuriyet döneminin sonlarından itibaren köle sayısının artması kölelere karşı bakışı değiştirmiştir. Kölelere eziyet etmek olağan hale gelmiş bunu önlemeye yönelik getirilen düzenlemeler de başarılı olamamıştır. Özellikle azat edilmiş kölelere olan bakış da birlikte yaşamanın önünde bir engel olmuştur.

B- İslam Hukukunda Birlikte Yaşamanın Temelleri

Birlikte yaşama denilince akla gelen ilk kavram “hoşgörü” dür. Hoşgörü, Farsça’daki hoş kelimesi ile Türkçedeki “görü” kelimesinden oluşmaktadır. Bu kelimenin Fransızca karşılığı “tolérance”, İngilizce karşılığı “tolerance” ve Almanca karşılığı da “toleranz”dır. Arapçada ise “tesamuh” olarak ifade edilmektedir. Aslında tolerans tam olarak hoşgörü kavramını karşılamamaktadır. Çünkü hoşgörü ontolojik yönden her şeyi temeline oturtan, fıtrattan kaynaklanan her türlü farklılığı doğal kabul eden, bu sebeple kınamaya yer vermeyen ahlaki bir bakış açısıdır. Tolerans ise pek hoşlanmadığı halde mecburen katlanmak zorunda olmayı ifade etmektedir[38]. Bu anlamda tolerans 17. yy.’da Avrupa’da otuz yıl savaşlarının sonunda zorunlu olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Katolikler ile Protestanların artık birbirlerini keserek bir yere varamayacakları sonucuna ulaşmaları ile birlikte dini anlamda bir tolerans ortaya çıkmıştır. Bu dini kavram 18. yüzyılda siyasi ve hukuki bir içeriğe de kavuşmuştur[39].

Bu sebeple İslam kültüründe tolerans hiç olmamıştır. Bu kavram daha çok güçlü olanın zayıf olan karşısında, onun durumunu istemeyerek de olsa kabul etmesi anlamına gelir. İçerisinde az da olsa ikrah –hukuki anlamda değil, dini anlamda kerih görme içine sindirememe- vardır[40].

İslam’da hoşgörünün kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Hoşgörü anlamına gelen ya da içerisinde hoşgörü kavramını barındıran ve çerçevesini çizen kelimeler afv, liyn, silm, sulh ihsan ve sabırdır[41]. Bu kavramlara, yakınlığı bakımından safh[42], birr ve  hubb kavramları da ilave edilebilir. Hubb kavramından türetilmiş olan muhabbet “mahabbe” kavramı da tolerans kelimesine göre daha zengin bir içeriğe sahiptir[43].

Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünneti temel alındığında hoşgörü ve birlikte yaşama ortamını sağlayan değişik faktörler bulunmaktadır. Bunlardan ilki şüphesiz yaşam hakkına saygıdır.

1- Yaşam Hakkına Saygı

Yaşam hakkı kişinin sahip olduğu en temel insan hakkıdır. Herkesin yaşam hakkı vardır ve ne kişiler ne de devlet, kişinin yaşam hakkına ve özgürlüğüne dokunamaz[44]. Kuran-ı Kerim’de (hukuka uygunluk sebebi ya da hafifletici sebep olmadan) başkasını öldüren kişinin cezası kısas (yani kendisinin de öldürülmesi) olarak düzenlenmiştir[45]. Bu düzenleme Tevrat’ta da aynen yer almaktadır. Birisinin haksız yere öldürülmesi tüm insanları öldürmek kadar büyük bir suç kabul edilmiş[46] ve burada bir kişi bütün topluma denk kabul edilmiştir.

Yaşam hakkı o kadar mutlaktır ki kişinin kendisine karşı da korunmuştur. Bir kişi kendi canı ya da vücut bütünlüğü üzerinde tasarruf etme hakkına sahip değildir.[47]

2- Düşünceye Saygı

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği aklıdır. İnsan bu sayede düşünür. Düşünmek sonucunda düşüncenin açıklanmasından daha tabii bir şey olamaz. Zaten aklın korunması konusunda İslam’ın prensipleri de bunu gerekli kılar. Elde edilen düşüncenin açıklanmasına da saygı göstermek gerekir. Eğer açıklanan düşünce başkalarını rencide etmiyorsa, suç değilse, saygı gösterilmeli ve engel olunmamalıdır.

Bu bağlamda açıklanan düşüncelerden dolayı insan ya da guruplarla alay edilmemeli, onlara hakaret edilmemelidir. Kuran-ı Kerimde Hucurat Suresi 11 ve 12. ayetlerde “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.

Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”  buyrulmaktadır.

Bu ayetlerde, gerek karşılıklı görüşmelerde ve gerekse başkalarının arkasından, onlara karşı iyi düşüncelerle hareket etme, iyilik ve takva duygusu yüksek bir içtenlikle karşılıklı saygı telkin edilmektedir. Ayetin içerisindeki “kavim” kelimesinin nekre gelmesi bu ifadenin genel olarak tüm toplulukları içine aldığını göstermektedir.

3- İnanca Saygı

İnanca saygının en temel görüntüsü insanları İslam’a girme konusunda zorlamama şeklinde ortaya çıkar. Nitekim Bakara Suresinde[48]“Dinde zorlama yoktur” buyrulmaktadır. Yine Hac Suresinde [49] “O mazlumlar ki, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile def etmeseydi; azgın zalimleri, bozguncuları, kâfirleri âdillerle, salihlerle, müminlerle defetmiş olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan mescidler yıkılırdı.”

İnanca saygısızlık ve saldırı karşısında insanların savunma haklarının olduğu ve başka bir açıdan bakıldığında insanların inançlarına saldırıda bulunulunca huzurun bozulacağı ve mücadelenin başlayacağı da bu ayetten anlaşılmaktadır. Dünyaya bakıldığında çıkan savaş ve mücadelelerin pek çoğunun din ve inanç kaynaklı olduğu görülmektedir.

İnanca saygının diğer bir örneği de En’am Suresinde[50] serdedilmektedir. “Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.” Burada başkalarının inançlarına saygı göstermek, ibadet ettikleri tanrılara ve ibadet şekillerine sövmemek, hakaret etmemek, onları küçük görmemek gerektiği ifade edilmektedir. Kendi inançlarına saldırıyla karşılaşan insanlar savunma psikolojisi ile hareket ederler ve kendilerine hakaret eden (Müslüman) kişinin taptığı ilaha (Allah’a) söverler. Bu durumda da buna sebep olan ve inanca saygı göstermeyen (Müslüman) kişi sorumlu olur.

4- Mülkiyet Hakkına Saygı

Temel hak ve özgürlüklerin ekonomik haklar başlığı altındaki en önemli başlıklarından birisi de mülkiyet hakkına saygıdır. Başkalarının ve özellikle de başka din ve inançtan olanların çalışma, mülk edinme haklarına saygı göstermek gerekmektedir. İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için çalışması ve mal edinmesi zorunludur. Bu sebeple devlet ve kişiler, hukuk çerçevesinde mal edinmeye engel olmamalı, edinilmiş malların da haksız sebeplerle elden alınmasına müsaade etmemelidir. “Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin”[51] ayeti kerimesi ile hem mal edinmeye işaret edilmiş hem de bu mallara haksız olarak sahip olunması engellenmiştir.

5- Adalet ve Eşitlik

İslam Hukukunun ve genel olarak hukukun en önemli başlıklarından birisi ve birlikte yaşamanın en önemli anahtarı “adalettir”. Adalet, “ADL” şeklindeki masdar-isim formuyla da Allah’ın 99 isminden biridir. Allahın isimlerinin pek çoğu ismi fail sıygası ile gelmişken, adalet isminin mutlak adaletin kendisi olduğunu ifade edecek şekilde masdar sıygası ile gelmesi de dikkat çekicidir.

Adalet her alanda gerçekleştirilmesi ve ayakta tutulması gereken bir olgudur. Mahşerde yakıcı güneşin altında serin ve selim bir ortamda bulunacakların anlatıldığı hadisi şerifte yer alan yedi gurup insanın ilk gurubu adil olan yöneticidir[52]. Bu devlet başkanı olabileceği gibi, belediye başkanı, müdür, rektör ve her türlü yönetici olabilir. Aile içerisindeki baba veya anne de bu kapsamdadır.

İbn-i Teymiye’nin bu konuda söylediği şu söz dikkat çekicidir. “Allah, kafir olmasına rağmen adil bir yönetime müsaade edebilir, ancak adil olmayan bir yönetime Müslüman olsa bile devam imkanı vermez. Çünkü dünya kafir olan adil bir yönetimle devam eder ancak zalim bir İslam yönetimi devam ile etmez”[53].

Adalet, yargılamaya başlamakla kendini gösterir. Hakimin, taraflar karşısındaki durumundan konumuna taraflara bakışı ve söz hakkı verişine kadar her aşamada adil ve objektif olması gerekmektedir.

İmam Ebu Yusuf, halifeyi dava eden bir gayrimüslim vatandaş ile halife arasındaki yargılamada, halifeye kalkmasını söyleyemediğini ve onu kayırmış olduğunu, Hıristiyan vatandaşa ise halının üzerine oturması gerektiğini söylediğini, tarafları mahkeme huzurunda eşitlemediğini ve bu günahından dolayı tövbe ve istiğfar ettiğini son nefesinde anlatmıştır[54].

Adalet konusunda dikkat çekici diğer bir örnek de Osmanlı tarihinden verilebilir. Endülüs Müslümanlarının İspanyadan kovulmalarının ve din değiştirmeye zorlanmalarının karşısında bazı Osmanlı yöneticileri padişaha müracaatla Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlere de benzer bir uygulama yapmayı teklif etmişler, padişahın da aklına yatan bu uygulamaya Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi şiddetle karşı çıkmış ve bir topluluğa kızarak günahsız başka bir topluluğa ceza vermenin adalet ilkesi ile bağdaşmayacağını belirtmiştir[55].

Hukukun en önemli kurallarından birisi olan ve Mecelle’de de yer alan “Zarar ve mukabele biz-zarar yoktur”  şeklindeki prensip de doğrudan bu konu ile alakalıdır.

Osmanlı tarihinde, Osmanlı mahkemelerinin adaletine güvenen pek çok gayrimüslim, sorunlarını çözmek için şer’iye mahkemelerini tercih etmekteydi[56]. Bu tercihin içerisinde mahkemelerin adaletlerinin yanında, kendi mahkemelerinin kendilerine tanıdıkları hakların daha az olması da yer almaktadır. Örneğin Yahudi kadınlar kendilerine mirastan pay vermeyen Tevrat hükümlerinin yerine İslam Hukukunun feraiz hükümlerini uygulatmak için şer’iye mahkemelerine müracaat ediyordu.  Hatta pek çok miras davasında gayrimüslimlere bile feraiz hükümlerinin uygulandığı görülmektedir.

6- Güven ve Haklara Saygı

Milletlerarası ilişkilerin huzur ve barış içerisinde devam edebilmesi için en önemli unsurlardan birisi de Güven ve Haklara saygıdır. Bu anlamda verilen sözlerin tutulması, karşılıklı güveni sarsacak davranışlardan kaçınılması gerekmektedir.

Maide Suresi’nin ilk ayetinde “Ey İman edenler! Akitlerinizi -verdiğiniz sözleri- yerine getirin buyrulmaktadır.

Hazreti Muhammed (SAV) in, kendisine iman etmeyen müşrikler tarafından bile kabul edilmiş olan en önemli özelliği emin olması idi. Ona inanmayanlar bile mallarını ona emanet ediyorlardı. Hicretinde bile nezdinde bulunan emanetleri sahiplerine vermesi için Hz. Aliyi tembih etmişti.

7- İnsanca Yaşama Hakkı ve İşkence Yasağı

İslam toplumunda yaşayan ve azınlık durumunda olan kişiler ödedikleri cizye karşılığında kamu hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanma hakkına sahiptirler. Hz. Ömer yaşlı, fakir ve gözleri görmeyen bir zimmiyi dilenirken görmüş, hangi dinden olduğunu sormuş, yaşlı kişi de Yahudi olduğunu söylemiş, bunun yasak bir davranış olduğunu söyleyerek neden böyle dilendiğini sormuştu. Yaşlı zimmi de kendisinden istenen cizyeyi ödeyebilmek, geçimini temin edebilmek için dilendiğini söyleyince elinden tutarak kendisini evine kadar götürmüş ve ona az da olsa bir şeyler vermiştir. Daha sonra kendisini beytül mal görevlisine yollamış ve işte bu ve bunun gibiler var ya, gençliklerini yedik, yaşlılıklarında da onları rezil ve sefil bir halde mi bırakalım demiş ve kendisini bu vergiden muaf tutmuş, hazineden de kendisi için bir maaş bağlanmasını emretmiştir[57].

Hz. Peygamberimiz Abdullah İbni Erkam’ı zımmilerden cizye alınması hususunda görevlendirdiği sırada, görevlilere şöyle demiştir: “ Kim ki zımmilere zulmederse, onu gücünün yettiğinin üzerinde bir vergi ile yükümlü kılarsa, ya da onları aşağılarsa, ya da onlardan gönül hoşnutluğu dışında zorla bir şey alırsa kıyamet gününde kendisinden davacı olurum”[58].

Hz. Ömer Şam seferinden dönerken güneş altında sıraya dizilmiş ve üzerlerine yağ dökülen bir gurup insana rastlar. (Başka bir rivayette bu kişinin İyaz bin Ğanem olduğu ifade edilmektedir.) Bunların durumu nedir neden böyle davranıyorsunuz dediğinde, bunlar cizye borçlarını ödemeyen zimmilerdir, bu sebeple ödeyinceye kadar kendilerine böyle işkence edeceğiz cevabını alır. Peki onlar ne diyorlar, nasıl bir savunma getiriyorlar dediğinde bulamadık diyorlar denir. Bunun üzerine bırakın oları, güçlerinin yettiğinden daha fazlasını istemeyin, Çünkü ben Resulullah’ın “dünyada insanlara eziyet edenlere Allah (C.C.) de kıyamet günü azap eder” dediğini işittim demiştir. Onlara emretmiş ve serbest bıraktırmıştır.

8- Toplumlar Bireylerin Büyütülmüş Halidir 

Buraya kadar sayılan özelliklerin teker teker insanlar için söz konusu olduğu söylenebilir. Ama şu unutulmamalıdır ki bir toplumda bireyler nasılsa toplum da öyle olur. Toplum, bireylerin büyütülmüş bir halidir[59]. Bu sebeple huzurlu, barış ortamında, insan haklarına saygılı bir toplum isteniyorsa bu toplumu oluşturan insanlar önce sayılan hususlara riayet etmelidir. Mikro bazda huzurlu ve düzenli olmayan bir toplumun makro bazda düzgün bir işleyişe sahip olması mümkün olmaz.

 

IV- SONUÇ

Bir toplumun huzur ve mutluluğu, birlikte yaşama kültürünün gelişmişliği ile doğru orantılıdır. Birlikte yaşama kültürünün oluşmaya başladığı ilk aşama ise bireylerin birbirleriyle etkileşimde bulunduğu en küçük birim olan aile hayatıdır. Hukuk düzenleri bu sebeple aile içi ilişkilere az veya çok müdahale etmişlerdir. Roma hukukunda bu müdahale doğrudan gerçekleşmemiş ve aile babasının kontrolünde bir aile kültürü oluşturulmaya çalışılmıştır. Türk hukuku ise kendine özgü aile yapısının da bir getirisi olarak aile içi ilişkileri tanımlayan ve gerektiğinde müdahale eder nitelikte kurallar ihdas etmiş ve bu şekilde aile içi bağların güçlenmesini amaç edinmiştir. İslam hukuku ise maddi ve manevi yaptırımlarla aile içi ilişkileri düzenlemeyi ve bu amaçla eşlerin birbirleriyle olan münasebetlerinden başlamak suretiyle ana, baba, kardeş ve diğer hısımların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemeyi tercih etmiştir. Özellikle sürekli ilişki içerisinde olan aile bireylerinin birbirleri üzerindeki haklarından hareketle helalleşme ve vefa kültürünün oluşması ve bu kültürün tüm topluma yansıtılması amaçlanmıştır. Aile içi kültürünün toplumun tümüne yansıtılabilmesi ikincil sosyal çevre olan komşuların bu düzeni sürdürebilmesine bağlıdır. Bu noktada da hukuk düzenleri komşuluk hukuku bağlamında düzenlemeler yapmışlardır. XII Levha kanunundan günümüz hukuk kaidelerine kadar bu amaçla yapılmış tüm düzenlemelerde komşuların birbirleri üzerindeki haklarına ve bu hakların sınırlarına vurgu yapılmıştır. Nitekim Türk Hukukunda özellikle Medeni Kanun hükümleri çerçevesinde komşuluk ilişkileri düzenlenirken, İslam Hukukunda komşulara iyilik etmenin hem bu dünyada hem ahirette ödüllendirileceği vurgulanarak komşuluk kültürünün gelişmesi amaçlanmıştır. Toplumun bu ilk katmanlarından başlayarak gelişen ve güçlenen ilişkiler hem tüm toplumun kültürünü hem de hukukunu etkilemiş ve şekillendirmiştir.

Çıkar ilişkilerinden, haklara gerçek anlamda riayete dayalı bir sisteme geçmek ve bu suretle toplumsal barışın ve mutluluğun sağlanması, Roma devletinin ilk zamanlarındaki patricii-pleb ayrımı gibi toplumsal ayrışmaların oluşmaması veya ortadan kalkması için birlikte yaşama kültürünün doğru şekillendirilmesi bir zorunluluktur. Buradaki amaç, birbirine tahammül eden bireyler oluşturmaktan çok, birbirinin hakkına kendi hakkını savunduğu samimiyetle saygı duyan ve gerektiğinde kendi hakkı olmasına rağmen başkasını kendisine tercih edebilecek erdemde bireylerin bulunduğu bir toplum düzeni sağlamak olmalıdır.

 

KAYNAKÇA

 

Akgündüz, Ahmet: İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi, İstanbul, 1991.

Al-Marzouqi, İbrahim Abdulla: Human Rights in İslamic Law, 2. Baskı Abu Dabi, 2001.

Al-sheha, Abdel Rahman: Human Rights in Islam And Common Misconceptions, http://www1.umn.edu/humanrts/research/Egypt/HumanRightsinI-slam.pdf

Armağan, Servet: İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara, 1987.

Ebu Yusuf: Kitabul Harac, 3. Baskı, Kahire 1382 (h).

Erdoğmuş, Belgin: Roma Eşya Hukuku, İstanbul, 2012.

Es- Serahsi, El-Mebsut C.16, 2. Baskı Lübnan Tarihsiz.

Feyzioğlu, Feyzi Necmeddin: Aile Hukuku, İstanbul, 1979.

Feyzioğlu, Feyzi Necmeddin: Komşuluk Hukuku Üzerinde (Zarara Verici Taşkınlıklar, Açılan Pencere Konusunda) Karşılaştırmalı Bir İnceleme, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi Kubalıya Armağan, İstanbul 1974, s. 563-593. (“Feyzioğlu, Komşuluk” şeklinde kısaltılacaktır.)

Gökbel, Ahmet: “Türk İslam Kültüründe Hoşgörü, Birlikte Yaşama Kültürü”, 2. Ulusal Sivas Sempozyumu Tebliğleri Kitabı, Editör :İbrahim Subaşı, İstanbul, 2010.

Gönenç, Fulya İçlin: “Roma Hukukunda Boşanma (Divortium)”, AÜEHFD, C. VII, S. 1-2, (Haziran, 2003).

İbni Fayi, Abdurrahman: Ahkamu’l-Civar fil-Fıkhi’l-İslami, Cidde, 1995.

Karaman, Hayrettin: Mukayeseli İslam Hukuku, Cilt III, İstanbul, 1999.

Karlığa, Bekir: İslam ve Batı Dünyasında Çoğulculuk ve Birlikte Yaşama Tecrübesi, Türkiyede Birlikte Yaşama Kültürü ve Mardin Örneği , Sempozyum 2-3/10/2009, İstanbul, 2010. s. 27-33.

Koschaker, Paul/Ayiter, Kudret: Modern Özel Hukuka Giriş Olarak Roma Özel Hukukunun Ana Hatları, İzmir, 1993.

Küçük, Cevdet: Osmanlı İmparatorluğunda Birlikte Yaşama Kültür ve Millet Sistemi., Türkiyede Birlikte Yaşama Kültürü ve Mardin Örneği, Sempozyum 2-3/10/2009, İstanbul, 2010. s. 109-129.

Schwarz, Andreas: Roma Hukuku Dersleri, (Çev: Türkan Rado), İstanbul, 1945.

Serdar, İlknur: “Kişisel İlişki Kurma Hakkı”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Özel Sayı, 2007, s. 739-781.

Sintang , Suraya, / Khamba, Khadijah Mohd / Senin, Nurhanisah/ Suhaida Shahrud-Din / Nur Farhana Abdul Rahman / Siti Hamimah Mat Zin: The Culture of Tolerance in Families of New Muslims Convert, Middle-East Journal of Scientific Research 15 (5): 669-678, 2013 (“Sintang ve diğerleri” şeklinde kısaltılacaktır.)

Tahiroğlu, Bülent:  Roma Hukukunda Mülkiyet Hakkının Sınırları, İstanbul, 1984. (“Mülkiyet” şeklinde kısaltılacaktır.)

Tahiroğlu, Bülent/ Erdoğmuş, Belgin: Roma Hukuku Dersleri, Der Yayınları, 9.bs, İstanbul, 2013.

 

Umur, Ziya: Roma Hukuku Ders Notları, İstanbul, 1987. (“Umur, Ders Notları” şeklinde kısaltılacaktır.)

Umur, Ziya: Roma Hukuku Lugatı, İstanbul.

Yücesoy, Hayrettin: Birlikte Yaşamanın Koşulları, Kültür Mirası ve Modernite İle İlgili Sorunlar, Türkiyede Birlikte Yaşama Kültürü ve Mardin Örneği, Sempozyum 2-3/10/2009, İstanbul, 2010, s.45-55.

[1]      İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Roma Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

[2]      Tahiroğlu, 157.

[3]      Gönenç, 646 ve dn. 6.

[4]      Umur, Lugat, 120.

[5]      MK. m. 323

[6]      Feyzioğlu, 434; Serdar, 740.

[7]      Bkz. Serdar, 754 vd.

[8]      Bkz. Kıyamet suresi, 36. ayet.

[9]      Bkz.

[10]    “Müflis şu adama derler ki, dünyada yaptığı bütün ibadet ve taatın sevabı ile Kıyamet gününde Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayır, ibadet yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş. İşte bu hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler: “Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al ya Rab!” diye davacı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden hâsıl olan sevapları bunlara taksim edecek, fakat borcu yine kapanmayacak. Nihayet onların günahlarını bunun üzerine yükleyecek, Cehennem’e gönderecek. İşte asıl müflis böyle bir adamdır.” (Müslim, Birr, 60; Tirmizi, Kıyame, 2).

[11]     Bakara Suresi, 187. ayet.

[12]     Akgündüz, 25.

[13]     Lokman suresi, 14. ayet.

[14]      Nisa Suresi, 36. ayet “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya,     akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.”

[15]     İsra Suresi, 23. ayet “Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin.”

[16]    Schwarz, 104.

[17]     Tahiroğlu, Mülkiyet, 80.

[18]     Koschaker/Ayiter, 114.

[19]     Erdoğmuş, 56.

[20]     Tahiroğlu, Mülkiyet, 90, 93.

[21]     Erdoğmuş, 55.

[22]     Umur, Ders Notları, 422.

[23]     Karaman, 87-88.

[24]     Feyzioğlu, Komşuluk, 565.

[25]     Feyzioğlu, Komşuluk, 567.

[26]     İbni Fayi, 118.

[27]     Feyzioğlu, Komşuluk, 567. Bununla beraber bu durum zarar gören komşunun sonradan duvarı yıkması veya perdeyi kaldırması ya da zaten açık olan bir pencerenin gördüğü alana sonradan ev yapması gibi bir sebeple meydana gelmişse pencerenin kapatılması yoluna gidilmez ve zarar görenin kendisinin tedbir alması istenirdi. Pencereler için getirilen bu kural komşuluk ilişkisine zarar veren diğer tüm davranışlar için uygulanırdı.

[28]     Feyzioğlu, Komşuluk, 586.

[29]     Feyzioğlu, Komşuluk, 586-587.

[30]     Feyzioğlu, Komşuluk, 589-590.

[31]     YHGK. 13.1.1954 5/1 -1, Olgaç- Türk Kanunu Medenisi, Cilt II, s. 372, No: 1015, İst.1957, (Feyzioğlu, Komşuluk, 587, dn. 21’den naklen).

[32]     Mecelle m. 1008.

[33]     Hadisin sıhhati tartışmalı olmakla birlikte ilk dönem hadis alimleri zayıf olduğunu ifade etmektedir. Ancak içerdiği anlam diğer hadislerle uygundur. Bkz. İnb-i Fayi, 46.

[34]     Buhârî, Edep, 28; Müslim, Birr, 41.

[35]     Müslim, İman, 19; Buhârî, Edep, 21

[36]     Buhârî, Edep, 29; Müslim, İman, 18.

[37]     İbn-i Fayi, 52.

[38]     Gökbel, 99.

[39]     Küçük, 113.

[40]     Küçük, 113.

[41]     Gökbel, 100; Küçük, 113.

[42]      Gökbel, 100.

[43]      Sintang ve diğerleri, 671.

[44]       Armağan, 83.

[45]       Bakara suresi, Ayet 178; İsra, 33.

[46]       Maide, 32.

[47]       Al-Sheha, 26.

[48]       Bakara Suresi, 256. ayet.

[49]       Hacc, 40.

[50]       En’am, 108.

[51]       Bakara Suresi, 188. ayet.

[52]       Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91.

[53]       Al- Marzouqi, 155-156.

[54]       Es- Serahsi, C. 16, 61.

[55]       Karlığa, 33.

[56]       Küçük, 117.

[57]       Ebu Yusuf, 126.

[58]       Ebu Yusuf, 125.

[59]       Yücesoy, 47-48.

 

*Avrasya Hukuk Kurultayı Tebliğler Kitabı; (3-7 Eylül 2014, Saraybosna)

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman SAVAŞ İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Roma Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi